19 Aralık 2019 Perşembe

İkinci Abdülhamit Döneminde Paşalığa Kadar Yükselen Kabadayı: Arap Abdullah

ikinci abdülhamit devrinin namlı aksaray kabadayılarından olup, sonradan paşalığa dek yükselmiş, hayatı filmlere ve romanlara konu olmuş olan bir kaldırım kurdudur arap abdullah. 

on ikiler adıyla bilinen aksaray kabadayılarının önde gelenlerinden biriyken, asıl reisleri tıflıbozzade kahraman bey'in ölümünden sonra bunların başına geçerek her istediğini yaptırmıştır. refi cevad ulunay'ın eski istanbul kabadayıları'nı anlattığı sayılı fırtınalar isimli kitap onun hikayesiyle başlar ve onunla konuşularak yazılmıştır bu kısımları. reşad ekrem koçu'nun istanbul ansiklopedisi'nde ve sermet muhtar alus'un onikiler isimli romanında kendisiyle ilgili önemli bilgiler bulunur. kadir inanır'ın kendisini canlandırdığı arab abdo filmi kendisinin hayat hikayesinden esinlenmedir. 1996 yılında atv'de gösterilen ustura kemal çizgi romanının dizi uyarlamasında, ustura kemal'in arkadaşları arasında gösterilmiş ve iskender bağcılar tarafından canlandırılmıştır kendisi ki dizinin 1907'de geçen ilk bölümlerinde görülmüştür

süleymaniye'li olup kürt asıllıydı. babası, kardeşiyle kendisini istanbul'a okumak için göndermiştir ki geldiğinde sultan abdülaziz tahttadır ve on altı-on yedi yaşlarındadır. ağabeyi abdurrahman bey okuyup beyrut gümrük nazırlığı yapmışken kendisi de tulumbacı kahvelerine takılarak kabadayılık yoluna bulaşmıştır. ama sonradan paşalığa dek yükselmiş, hayat hikayesini refi cevad ulunay'a anlatırken "kavaslıktan paşalığa yükselen iki kişi vardır, biri kavalalı mehmet ali paşa diğeride ben!" demiştir.

esmerliğinden ve arap aksanına benzer konuşmasından ötürü "arap" lakabıyla anılan abdullah'a, arab abdo, arabo, abu, abdo ağa gibi lakaplarla da seslenilmiştir. babasından kalan önemli bir servete sahipti, okuması yazması yoktu. istanbul'daki namı, tulumbacı ve kabadayıların yatak yeri olan aksaray'daki murat paşa camii avlusundaki kuşbazlar kahvesi ile çukurçeşme'deki semai kahvesinde devrinin en tehlikeli külhanilerini sindirip korkutmasıyla başlamıştır. sonradan paşalığa yani mirimiranlık payesine yükselmiş, bir yangınla yok olmadan önce aksaray'daki yeşiltulumba semtinde oturmuş, paşa haliyle buradaki tulumbacı kahvesinde gelenlerin arasında racon kesermiş. önce meşrutiyet, ardından 1911’de semti ve tulumbacı kahvelerini yok eden yangın onun saltanatının bitişi olmuş. fehim paşa'nın ve kendi zamanındaki kabadayıların yerlerini artık beli silahlı ittihatçı fedailer almaya başlayınca elini eteğini çekmiştir bu işlerden. reşad ekrem koçu'nun naklettiği bir rivayete göre aksaray’da fatih semtinden ünlü bir kabadayı olan, aynı zamanda o dönemin yeni yetme ama efendi kabadayılarından sayılan fatihli ahmet'in, bir nedenden dolayı arap abdullah’la kıran kırana kapışmış ve ihtiyar kurdu alaşağı etmesinden bahsetmiştir. ancak bazı belgelere binaen ömrünün sonlarını merdivenköyü’nde sessiz sedasız geçirerek kabadayılık aleminden çekilmesi, daha ziyade yaşlılığıyla alakalıdır.

yayınlanan hatıratlara ve rivayetlere göre; uzun boylu, kara kuru, sırım gibi, kafası daima traşlı, elmacık kemikleri çıkık, bıyıkları seyrek ve sarkık, iki kulağı da sağırdı. yaz kış ayağında çizme, sırtında kukuletalı bir sako, belinde trablus kuşak giyer, yeleğinde de kalın ve ağır bir altın köstek takılı dururdu. daima silahlı dolaşır, yanından saldırma, tabanca ve usturpa, sağ çizmesinin kenarına sokulmuş söğüt yaprağı bıçak, bir elinde de sapı gümüş savatlı kamçı eksik olmazdı.

koçu'nun anlatımına göre mertlik, yiğitlik, arkadaşlık gibi kelimeler sadece dudaklarında dolaşır; palavracı, kendi çıkarından başka hiçbir şeye kıymet vermeyen birisiydi. kurnazlığı ve girginliği ile sarayda arka oluşturmuş, bilhassa sultan abdülhamid'in itimadım kazanmış kimselerden kilercibaşı osman bey'e çatmış, istanbul tarafındaki koltuk meyhanelerini, galata ve beyoğlu umumhanelerini, balozlarını, meyhanelerini haraca bağlamıştı. onikiler diye anılan avenesiyle işigücü oğlan ve kadın davası peşinde koşmak, bu uğurda ev basıp cam taşlamak, vurmak, vuruşmak, avlarından hamilerini faydalandırmak olmuştu. onikilerden burunsuz ömer, arab abdullahın sağ koluydu. yardımcısı aksaraylı baha da müsahibi, nedimi yerindeydi.

külhanbeylik ve kabadayılık yollarına yeni yeni atılan delikanlılari dost tutacakları, dosttan ayrılacakları, arkadaş dostu ile görüşecekleri zamanlar heğ arap abdo'ya danışırlar, onun himayesine sığınıp yardımını dilerlerdi. olayları ve suçları zabtiye tarafından örtbas edilirdi. en büyük olayı, kabadayılıkta kendisinden kat kat üstün olan çerkez mehmed'i direkler arasında öldürmesidir ki bu direklerarası ya da şehzadebaşı vakası olarak kabadayılık tarihinde bahsi geçen bir olaydır. refi cevad ulunay, sayılı fırtınalar'da bu olayı bütün yönüyle anlatır. buna göre arap abdullah'ın eskiden takıldığı bir dostu olan alımlı bir kadın olan hayganuş hanım, mirasyedi necip isimli yeniyetmelerden birinin kapatması olur. mirasyedi necip'in saraydan arkası, parayla etrafında tuttuğu beli silahlı kabadayıları vardır. belaya bulaşmaktan kendini alı koyamayan abdo, bir alavera dalavera ile hayganuş'u sokaktan kaldırarak kendi kapatması yapar. aralarında kesilen racona rağmen hayganuş'u salmayınca mirasyedi necib'in adamlarından çerkez mehmed ile adamları pusu kurar. akşamla yatsı arasında evine gitmek üzere bir çayhaneden çıkan arab abdo, osman baba türbesi önünde çerkez'in hücumuna uğrayıp alta gelir, ancak ondan atik davranarak saldırmasıyla hasmının bağırsaklarını parçalayıp döker. mahkemesinin bütün safhalarında da cinayetini inkar edip kendisini mazlumların koruyucusu osman baba'nın kerametinin kurtardığını, çerkez'i osman baba'nın vurduğunu söyler. hakim heyeti, abdo'yu nefsi müdafa uğrunda cinayet işlediği için dört yıla mahkum eder

arap abdullah'ın çerkez mehmed'i vurması dönemin gazetelerine göre 1896'dadır. bu esnada 65 yaşında olduğunu söylemesinden hesap edersek 1831 doğumlu olduğunu anlarız. yine buna göre fehim paşa'nın paşalığı 1900'den sonra olduğundan sayılı fırtınalar kitabındaki fehim paşa konağında yaşadığı macera kurgu icabı yazılmıştır (yahut başka bir kabadayının hatırası onunmuş gibi yazılmıştır).
arab abdullah'a son zamanlarda, kilercibaşı osman bey'in delaletiyle mirimiranlık payesi verilmiş, bu kaldırım kabadayısı bir arab abdullah paşa olmuştur. sinop sürgünleri arasında da adı geçer ancak halen araştırdığım bir husustur bu.

arab abdullah meşrutiyetin ilanından sonra bir müddet merdivenköyü'nde oturmuş ve o yıllar içinde ölmüştür. kabrinin sahrayı cedid mezarlığında olduğu rivayet edilir.

koçu'ya göre arap abdullah'ı son zamanlarda yakından tanımış olanlardan merdivenköylü bay âsaf, bu namlı kabadayı hakkında yazılan hatıraların iftira yollu olduğunu, meyhane ve umumhane gibi yerlerden haraç almaya asla tenezzül eder adam olmadığını, oğlan ve kadın peşinde ömür çürütmüş bir bahtsız olmasına rağmen başkalarının zevk dellallığı şöyle dursun, bu yolda bilakis fevkalade kıskanç olduğunu söyler. mahbub ve mahbubelerine "yavru"nun ağzında bozulmuş şekliyle "yavri" der imiş. son "yavrisi" de oldukça geçkin bir hayganuş dudu olmuş arap abdullahın. onikiler dışında en yakın dostlarından biri suyolcu mehmed pehlivan imiş. aka gündüz; "katmerli ahmed efendinin hikâyesi"nde arab abdullah'ı aşağılık insanlardan biri olarak yaşatır ve hikayeyi kahramanı olan fatihli ahmet'in ağzından anlatır. fatihli, ticaret ve iradiyle geçinen temiz bir ailenin çocuğu olan ahmet, güçlü kuvvetli bir gençtir. vefa idadisinden şehadetname aldıktan sonra babasının da uygun görmesiyle direklerarası'nda bir kıraathane açar. fakat semtin başkomiseri ahmed'i haraca bağlamak ister ve bir akşam gelip delikanlıyı hakaret yollu tehdit eder. ne yapacağını bilemeyip tanıdıklarında birine başvurunca, ona meşhur arap abdullah'a danışmasını söylerler. arap abdullah'a başvurunca, abdo ona "kumar oynatsa da oynatmasa da usul gereği komisere vereceği paranın yarısını kendisine yarısını komisere vermesini, bu şekilde kendisini muhafaza edebileceğini bey gibi yaşayıp kazana bileceğini söyler. fatihli ahmet böyle bir işin olamayacağını, babasının müsaade etmeyeceğini söyleyince arap abdullah "babanın aklına turp sıkayım" diyerek hakaret eder. fatihli ahmet, "babamı karıştırma göğsüne bir yumruk atarım pestil gibi yere serilirsin fellah" diye karşılık verir, etrafındakiler hayretle bakışır, abdo bile korkuya kapılır. ayağa kalkmak ister ama ahmet göğsünden ittirip yerine oturtunca olduğu yere çöker. belini kuşağına atıp sivri bir bursa bıçağı çeker çekmez fatihli ahmet, arab abdo'nun fesini kapıp elinden bıçağı alır ve öteye fırlatır, hakaret eder. arab abdo karşılık olarak başını belaya sokmaması için gitmesini söyler ve bu hikayede bu şekilde ismi geçer.
kendisiyle ilgili sinop sürgünlerinde burhan felek'in de bir anısı vardır. gemide sürgün esnasında 90 küsur yaşında olan arap abdullah'ın kama taşıdığını, polisin istemesine rağmen teslim etmediğini aktarmıştır


15 Aralık 2019 Pazar

Kitap Sevgisi

Sultan,  büyük bir kütüphane kurmuştu.  Devrilince bir kısmı yağmalandı. Kalanı Yıldız Kütüphanesi, olarak hatırlandı.
1 Haziran 1924’te  Bakanlar Kurulu Kararı ile, Meşrutiyet’in ardından birkaç sene boyunca Maarif Nezareti tarafından idare edilen ve daha sonra Hazine-i Hassa Müdüriyeti’ne devredilen Yıldız Kütüphanesi, İstanbul Üniversitesi’ne verildi. Sultan Abdülhamid’in hususî kitaplığı sayılan Yıldız Kütüphanesi bugün “İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kitaplığı” olarak kullanılıyor ve kütüphanedeki çok kıymetli bazı eserlerin geçtiğimiz senelerde çöpe atılmaları hâlâ tartışılıyor.
Böyle bir insanın kitap yaktırdığı iddia edildi muhaliflerince.
O iddiaya verilen cevaba bakalım

Sultan II. Abdülhamid’i tahttan indirmek için uydurulan fetvada, padişah, din kitaplarını tahrif etmek ve yaktırmakla itham olunuyordu. Fetva yüzüne karşı okunduğunda Padişah, “Hasbünallah! Ben hangi kütüb-i şer’iyyeyi yakmışım?” diye aksülamel göstermişti. Fetvayı yazan Elmalılı Hamdi ve tatbik eden İttihatçılar nasıl can verdiler; şimdi ne hâldeler bilinmez; ama fetvanın nasıl bir siyasi propagandanın eseri olduğu ve tarihî hakikatleri tahrif ettiği ehlinin malumudur.



1908 darbesinin ardından, Sultan Hamid aleyhine dört elden bir menfi propaganda başlamıştı. Bunlar arasında, Buharî’den ve İbni Abidin gibi fıkıh kitaplarından zâlim sultanla alâkalı bahislerin çıkarılması; mushafların Çemberlitaş külhanlarında yakılması gibi iddialar vardı. Mithat Cemal, Üç İstanbul kitabında, “Buhari’yi yaktılar” sözü üzerine, romanın Jön Türk kahramanı Adnan’a, “Buhari’yi yaktırmasaydı, Şarki Rumeli’yi düşmana veren adama kızmayacaklardı” dedirtir.

Tanin ve Servet-i Fünun’daki Jön Türk kalemlerinin bu ithamları bir tarafa, Reşit Rıza’nın yazıp, şair Âkif’in Sırat-ı Müstakim’de tercümesini neşrettiği makalelerde, Padişah, “Millet açlıktan ölürken millî serveti sefahatine harcayan, masasında en nefis şarapları içen, ecnebi bankalara para kaçıran, din kitaplarını toplayıp yaktıran” biri gibi tasvir edilir.

Kaçak matbaalar

Osmanlı Devleti’nde din kitaplarının matbaa ile basılıp çoğaltılmasına 1873 senesinde izin verilmişti. Sultan Hamid devrinde, her kitabın tab’ı için ruhsat alınması; din kitapları ve mushafların ise ilmiye encümenince tedkik edilmesi mecburiyeti getirilmişti. Bu iş için ulema ve hafızlardan müteşekkil encümenler teşkil edilmiş nizamnameler hazırlanmıştır.

Sultan Hamid, bizzat bastırdığı mushafları, dünyanın en ücra köşesine bedelsiz ulaştırmaya da ayrıca ihtimam ederdi. Osmanlı arşivleri din kitaplarının, bilhassa mushafların noksansız ve hatasız basılmasına dair emirnameler ihtiva eden vesikalarla doludur. (Vesikaları Ahmet Uçar neşretmiştir.)


La havle


İstanbul’da bilhassa Bahçekapı civarında faaliyet gösteren Acem matbaacıları ruhsatsız (kaçak) kitap basıp yayardı. Bunların ekseriyetinde imla hataları bulunurdu. Hükûmet, emirlere uyulmaksızın basılan kitapların piyasaya sürülmesine mâni olur; bu kitaplar, Unkapanı’na yakın bir yerde yakılarak imha edilirdi.

Öyle anlaşılıyor ki, muhalifleri bunu, sonradan dünya Müslümanlarının halifeye olan itibarını yok etmek üzere tahrif ederek kullanmıştır. Hatta İttihatçılar, 1902’de Maarif Nazırı olan Celal Paşa’ya bu kitapların bedelini tazmin ettirmişledir.

Sultan II. Abdülhamid’in hayatını hep düşmanları yazmıştır; üstelik bunlar şimdi bile tesirini icra etmektedir. Onun gibi, sadece memlekette değil, bütün İslâm âleminin ilmî tenevvürü için çalışan; üstelik yerlere atılır da hürmetsizlik olur diye üzerinde mübarek yazı ve resimler bulunan kibritlerin imal ve ithalini menedecek kadar dine olan hürmeti herkesçe müsellem bir padişaha bu gibi ithamlarda bulunanlara ancak la havle denir.


Yakılan Buharî


Öteden beri her gün Buharî okumayı âdet edinmiş olan Padişah, sürgünde iken gazetelerde Buharî yaktırdığına dair haberleri duyunca, Doktor Atıf Bey’e, “Piyasadaki Buharî-i şerifler hep hatalı idi. Mısır’da sahih bir nüsha olduğunu işitip getirttim. Onu bastırdım. İsteyene bir nüsha verdim. Bunu hizmet için yaptım. Dedikodu, milletin eski bir hastalığıdır” demiştir.

1301’de vefat eden Ebu’l-Hüseyn Yûnînî’nin hazırladığı bu nüsha, ilim çevrelerince en sahih Buharî nüshası kabul edilir. 1895 senesinde, çoğu Ezher’den 16 kişilik bir ulema heyetinin tetkikinden sonra Padişah’ın kendi cebinden neşrettirdiği bu nüsha, bugün bile çok tutulmaktadır...


Kitap yakma tarihçesi


Otoritenin fikrine aykırı kitapların yakılması çok eski bir an’anedir. Daha Milattan Evvel 213 senesinde, Çin’de resmî tarihe uymayan bütün tarih ve felsefe kitapları yakılmıştı. İmparator Hoang Ti, bilginin insanlığa kötülük getirdiğine inanırdı. MS 160’ta Paflagonya’da (Kastamonu) Epikür’ün kitapları yakılmıştı. 292’de Roma İmparatoru Diocletianus, Mısır dilinde yazılmış simya metinlerini ve 303’te de Hıristiyanlığa ait metinleri yaktırmıştı. Romalı General Flavius Stilico (365-408), kehanetle alakalı Sibyllian Kitapları’nı yaktırmıştı. Bu da sadece resmî tarih ve ideolojiye aykırı kitapların değil; tehlikeli görülen kitapların da yakıldığına belki ilk misaldir.


325 İznik Konsili’nden sonra da, konsil kararına aykırı düşen Aryus’a ait bütün din kitapları yakılmıştı. 333’te Büyük İskender, Persepolis Kütüphanesi’ni yaktırmış; 12 bin cilt eser yok olmuştu. Aynı şey onun kurduğu İskenderiye Kütüphanesi’nin başına gelecek; Roma işgali sırasında yanan kütüphanede 900 bin cilt kitap helak olacak; kalanları da 391’de Pagan inancına dair diye Patrik Teofilos tarafından yaktırılacaktır. Üstelik bu kıyım, Müslümanların üzerine yıkılacaktır.

435 yılında İstanbul Patriği Nestorius’a ait kitaplar toplatılıp yakıldı. XIII. asırda Katolik Kilisesi’nin heretik ilan ettiği Fransa'daki Katar mezhebine ait kitaplar yakıldı. Meşhur Yahudi din adamı ve filozof Maymonides’in yazdığı Kafası Karışmış Olana Rehber 1233’te Fransa'da Montpellier'de yakıldı. Ayrıca Yahudi dininin kaynağı Talmud, başta Fransa olmak üzere Avrupa memleketlerinde yasaklanan ve yakılan kitapların başında gelir.

Reformcu Jon Hus’un fikirlerinin anlatıldığı John Wycliffe’in kitabı 1410'da Prag Başpiskoposu tarafından yakıldı. 1492’de İspanya Engizisyonunun Reisi Rahip Tomás de Torquemada’nın emriyle, Talmud ve İslâmî eserler başta olmak üzere, Katolik ideolojisine aykırı bütün kitaplar yakıldı. 1497’de, Floransa’da marjinal rahip Savonarola’nın bağlıları, Boccaccio'nun Decameron’u ve Ovidius’un eserleri başta olmak üzere dine aykırı gördükleri kitapları toplayıp yaktılar. 1499’da Granada Başpiskoposu Ximenes’in emriyle, Gırnata Kütüphanesi’ndeki bir milyonun üzerindeki Arapça ve İbranice kitap yakıldı. Fizikçi Pierre Curie’nin, “Bu kıyımdan kurtulan 30 bin kitapla atomu parçaladık. Yarısı kalsaydı, şimdi galaksiler arasında geziyorduk” dediği rivayet edilir.

1525’te William Tyndale’in İncil tercümesi devlet emriyle yakıldı; kendisi de idam edildi. 1553’te Batlemyus’un coğrafya kitabını tercüme eden Servetus, Cenevre şehir konseyince mahkûm edilerek, kitapları ile beraber yakıldı. İspanya’nın Meksika Yukatan’daki valisi Diego de Landa, 1562’de Mayalara ait kitapları yaktırdı. Martin Luther’in Almanca İncil tercümeleri 1624’te Papa emriyle yakıldı. 1683’te Thomas Hobbes’un kitapları Oxford’da yakıldı. En enteresan kitap yakma hadiselerinden biri 1760’ta İsviçre’de cereyan etti. Simeon Uriel Freudenberger’in Wilhelm Tell’in bir efsane olduğunu yazan kitabı toplatılarak Altdorf halkı tarafından yakıldı. Altdorf, William Tell'in oğlunun başındaki elmayı vurduğu yerdi.

Fransız İhtilali’nin meşhur ve kanlı lideri Robespierre, 1793'te dinî kitapların, ayrıca krallık ve kralları öven kitapların tamamını yaktırdı. Aynı şeyi 1917’de Çar’ı tahttan indiren Bolşevikler yaptı. XX. asırda diktatörlüklerin hemen hepsinde kitap yasaklama ve yakma hadiselerine rastlanır. 1928’deki Harf İnkılabının ardından resmî veya hususi kütüphanelerdeki nice kitap Osmanlıca olduğu gerekçesiyle ateşe verilmiştir. Kâzım Karabekir’in Nutuk’a reddiye mahiyetindeki İstiklal Harbi'nin Esasları kitabı 1933’te hükûmetçe toplatılıp yakılmıştır. Hem Tek Parti devrinde, hem de hiç eksik olmayan darbe devrelerinde nice kitap toplatılıp aynı akıbete uğratılmıştır.

En parlak kitap yakma hadisesini Naziler gerçekleştirmiştir şüphesiz. Essen kütüphane müdürü Richard Euringer, Yahudi yazarlara ait veya Nazi ideolojisine uymayan kitapların listesini hazırladı. Listede 180 bin kitap bulunuyordu. Nazi Partisi Gençlik Teşkilatı’nın liderlik ettiği şuursuz bir kalabalık, 10 Mayıs 1933 gecesi Berlin’de 20 bin kitabı yaktı. Yakma muamelesi günlerce devam etti. Karl Marx, Thomas Mann, H.G. Wells, Heinrich Heine, Erich Maria Remarque gibi yazarların eserleri de yakılanlar arasındaydı.

Savaşlar, nice kütüphanelerin yanması ve kitapların ortadan kalkması neticesini doğurdu. Kartaca Kütüphanesi’ndeki kitaplar, Romalılar; Roma Kütüphanesi, Vizigotlar; Bergama Kütüphanesi Kleopatra; Bağdad Kütüphanesi, Moğollar tarafından yakılmıştır.

1981’de Sri Lanka'daki Güney Asya'nın en zengin kütüphanesi Jaffna Kütüphanesi yakıldı. Arasında nadide palmiye yaprağı yazmalarının da bulunduğu 95 bin kitap yok oldu. Bosna Muharebeleri esnasında Saraybosna’daki Şarkiyat Enstitüsü’ne atılan yangın bombaları; binlerce kitap ve el yazma koleksiyonlarını kül etti. Bu, tarihte tek seferdeki en büyük kitap katliamı sayılır. Kütüphane memurları, büyük fedakârlıklarla bombalar altında bu kitaplardan kalanını kaçırmaya ve mikrofilme almaya muvaffak oldular...

Pr. Dr. Ekrem Buğra Ekinci Türkiye Gazetesi 


5 Aralık 2019 Perşembe

Sultan ve Aleviler

1894'te O vakit Elazize bağlı olan Malatya'ya bağlı Akçadağ kasabasının Alevi köylerinden olan Dumuklu da vergi meselesinden dolayı elim bir olay olarak Dumuklu Hadisesi yaşanmıştır.
Sultan, Dersim de içki içildiğini haber aldığında siz ki seyyitlersiniz sizin bunun önüne geçmeniz gerekir demiş  ve onlara iyi davranmıştır. 



28 Kasım 2019 Perşembe

İttihat ve Terakkicilere verdiği son tavsiyeler



I. Dünya savaşının başladığı günlerdi!... Dahiliye Nazırı Talat Paşa ile Harbiye Nazırı Enver Paşa ne düşündülerse, sâbık Padişah II. Abdülhamid Hanın, harp hakkındaki bilgi ve tecrübelerine başvurmayı uygun buldular. Bu maksatla İshak Paşayı Beylerbeyi Sarayına gönderdiler. 33 sene gibi uzun bir müddet Avrupa siyasetine hakim olmuş Sultan II. Abdül hamid Han cevabında:“Bu vaziyette artık benim verebileceğim bir fikir, tavsiye edebileceğim bir tedbir kalmamıştır. Zira bu zavallı devlet, harb-i umumiye sürüklendiği gün münkariz olmuştur. Sizi bana gönderenler, harbe girmeden önce göndermeliydiler. Dünyanın karalarına ve denizlerine hakim olan devletlere karşı Almanya ve Avusturya ile birleşip ateşe atılmak, tarihin ender kaydettiği hatalardandır.” Dedi. Her halde bu konuşmadan tatmin olmayan Enver Paşayı da Beylerbeyi Sarayına davet ederek nasihatlerde bulunmuş ve şöyle demişti:“33 senelik saltanatımda, ferdin hürriyetine taraftardım. Lakin gelişigüzel bir hürriyet ve serbestiyi hiçbir zaman istemedim. Meşrutiyeti ben ilan ettim. Ama mebuslarımızın kifayetsizliğini görerek kapattım. Meclis-i Mebusanın 93 harbinde verdiği kararın bize neye mal olduğunu bilirsiniz. Balkanları kaybettik. İstanbul’a gelen Ruslar ile şerefsiz bir andlaşma imzalamaya mecbur olduk. Andlaşma imzalanırken, Safvet Paşanın ağladığını işitince ben de ağladım. Ama gözyaşı dertlere deva olmuyor. Şimdi siz de acele ile harbe girmiş bulunuyor sunuz. İnşaallah hayırlı ve şerefli olur. Fakat Allah göstermesin ya felaketle biterse...İster misin bu da Anadolu’nun kaybına mal olsun! Her devirde devletin düşmanı olmuştur. Siz de bu düşmanlarla işin iç yüzünü bilmeden birleştiniz. Hareket ordu suyla İstanbul’a geldiniz. İktidarı ele aldınız. İstediğiniz makama geçtiniz. Yapmak istedik lerinizi niye yapmıyorsunuz? Bunlara güvenme oğlum. İnsanı bugün alkışlayanlar, yarın onun aleyhine dönüp parçalamasını da bilirler. Dikkatli ol!...”Ne var ki büyük hayaller peşinde koşan Enver Paşa ve İttihat Terakki ileri gelenleri bu mühim nasihatlere de kulak asmayarak bildikleri yolda yürüdüler. Koca Osmanlı bu savaşın sonunda yıkıldı gitti. 

26 Kasım 2019 Salı

Sultan Abdülhamid in intikamını almak için isyan eden Hamidiye Alayı Komutanı İbrahim Paşa



24 Temmuz 1908 tarihli Jön Türk ihtilalinin ardından yeni rejimi, Meşrutiyet’i tanımadığını ilan eden Abdülhamid’in en güvendiği Hamidiye alaylarının komutanlarından olan İbrahim Paşa ayaklandı ve Nisan 1909’da tahtından indirilen Abdülhamid’i desteklemek amacıyla 1.500 silahlı adamıyla Şam’a yürüdü. 

O sırada Selanik’te Alatini Köşkü’nde dünyadan tecrit edilmiş bulunan Sultan Abdülhamid’in olanlardan haberi yoktur elbette ama Şam’da bir Kürt subayı, onun adına şehri işgal ediyor ve Suriyelileri Jön Türklere karşı Abdülhamid bayrağı etrafında yeniden birleşmeye çağırıyordu. Ne var ki, Jön Türklerin gönderdiği kuvvetler karşısında yenilgiye uğrayan İbrahim Paşa kuvvetleri, Urfa ve Rakka arasındaki Abdülaziz Dağı civarına çekilecek ve oradan aşiretin merkezi olan Viranşehir’e dönerken, kendisini yakalamak için görevlendirilen Şamar aşiretiyle girdiği bir çarpışmada öldürülecekti... 

-M.Armağan-

17 Ağustos 2019 Cumartesi

Çerkes Hasan'a İade-i İtibarda Bulunması

 Çerkes Hasan’ı bu suikastlara zorlayan ise veliyyünimeti Sultan Abdülaziz’in başına gelen

Vatana ihanet cürmünden idam edilen Çerkes Hasan’a Sultan II.Abdülhamid iade-i itibarda bulunmuş ve mezarının başına şu levhayı astırmıştır: …Çerkes Hasan’ı bu suikastlara zorlayan ise veliyyünimeti Sultan Abdülaziz’in başına gelen felaketlerdi...
Hüseyin Avni Paşa, kanlı olaydan bir gece evvel başına gelecekleri hissetmiş olacak ki Sultan Abdülaziz’in kayınbiraderi olan Yüzbaşı Çerkes Hasan’ı tutuklatmış, ancak Hasan ertesi günü Taif’e sürgüne gitmesi şartıyla Redif Paşa tarafından salıverilmişti. 
Çerkes Hasan, Sultan Abdülaziz’in ölümünden sonra iki adet revolve tabancası ve ceketinin içinde taşıdığı kama bıçağıyla serseri bir mayın gibi bilinçsizce ortalıkta dolaşıyordu. Redif Paşa’nın ihtarlarından sonra artık tek seçeneği sürgüne gitmekti; ancak ne ablasına yapılan kötü muameleleri ne de Sultan Abdülaziz’in ölümünü aklından çıkarabiliyordu. O gece sabaha kadar uyuyamadı, günün ilk saatlerinde kararını vererek evden çıktı.
Cibali iskelesine geldi, kayığa binerek Üsküdar’a geçti. Artık aklında tek bir hedef vardı: Sultan Abdülaziz’in ve ablasının başına gelen tüm felaketlerden sorumlu olan Cuntanın başı Hüseyin Avni Paşa’yı öldürmek. Muhafız zabitleri, Çerkes Hasan Paşa’nın konağına geldiğinde ona Paşa’nın Mithat Paşa’nın konağında olduğu söyledi.
Tekrar kayığa atlayan Çerkes Hasan önce Sirkeci’ye oradan da bir kiracı beygiri tutarak Mithat Paşa’nın Beyazıt’ta bulunan konağına doğru gitti. Hasan konağa vardığında zabitlere, Hüseyin Avni Paşa’ya çok önemli haberler içeren bir telgraf getirdiğini bildirdi. Zabitler Paşa’nın kabinesiyle toplantı halinde olduğunu, bitene kadar Hasan’ın salonda beklemesi gerektiğini söylediler.
Hasan, zabitlerin dalgınlığına denk gelen bir anda hızla koşarak sert bir biçimde kapıyı açtı ve kabine odasına girdi. Tam karşısında oturmuş toplantı halindeki Cuntacılardan Şeyhül İslam Hayrullah Efendi ve iki bakan hariç hepsi oradaydı. Sadrazam Mütercim Rüşdi Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Bahriye Nazırı Kayserili Ahmet Paşa, Hariciye Nazırı Raşid Paşa, Maarif Nazırı Cevdet Paşa, Defter-i Hâkanî Nazırı Yusuf Paşa, Şûrây-ı Devlet Reisi Midhat Paşa, Hasan Rıza Paşa, Şerif Hüseyin Paşa, Hâlet Paşa, Sadaret Müsteşarı Said Efendi, Âmedci Mahmud Celaleddin ve Sadaret Mektupçusu Memduh Bey... 
Kabine üyeleri bir anda huzurlarında gördükleri bir eli silahlı bir eli kamalı adam karşısında şaşkınlık yaşayarak konuşmayı bıraktılar. Salonda Çerkes Hasan’ı tanıyan ilk kişi Cuntanın başı Hüseyin Avni Paşa oldu. Paşa kaçmak için ayağa kalktığında Çerkes Hasan elindeki revolve tabancayla Paşa’nın göğsünün ortasına iki el ateş etti. Hüseyin Avni oracıkta yere yığıldı. Bakanlar kaçışmaya başladığında Kaptan-ı Derya Ahmed Paşa, Çerkes Hasan’ın silahının üzerine atıldı, Hasan çevik bir hareketle elindeki kamayı Hasan Paşa’nın kulağına saplayıp kurtuldu. Hasan, Ahmed Paşa’yı atlattığında yere yığılan Hüseyin Avni Paşa’nın can çekiştiğini gördü. Hüseyin Avni Paşa’nın yanına geldi, Hasan, Hüseyin Avni Paşa’yı gücü tükenene kadar defalarca elindeki Kama ile bıçakladı. Hasan ayağa kalktığında, daha ilk kurşun sesiyle bayılmış olan Hariciye (Dışişleri) Nazırı Reşid Paşa’yı da vurdu, Hasan öfkesini alamamış olacak ki ilk kurşunda öldürdüğü Reşid Paşa’nın boğazını elindeki kamayla kesti.
Hasan bu kez salonun içinde yaraladığı Kaptan-ı Derya Kayserili Ahmed Paşa’yı aramaya koyuldu. Birçok Bakanın can havliyle sığındığı ve çığlık çığlığa yardım istediği küçük odaya yöneldi. Paşalar kapıyı sıkı sıkı tutmuş can havliyle Hasan’ın içeriye girmesini engellemeye çalışıyordu. Bu sırada Mithat Paşa’nın emir eri Ahmet Ağa salona gelerek, kapıyı zorlayan Çerkes Hasan’ın başına ve omzuna iki darbe vurdu. Büyük bir acıyla arkasını dönen Çerkes Hasan elindeki tabancayla Ahmet Ağa’yı karnına sıktığı tek kurşunla yere yığdı. 
Salonun önüne geldiklerinde Hasan’ın kurşunlarının hedefi olan zabitler uzun bir müddet içeri giremedi. Hasan bir yandan kapıyı açıp diğer Cuntacı Paşaları öldürmeye çalışırken bir taraftan da toplantı salonunun önündeki zabitlere ateş açıyordu. Hasan, bu çatışmalarda da üst düzey rütbeye sahip iki subayı öldürdü. Kurşunu bitip de daha fazla çatışamayacağını anlayan Çerkes Hasan zabitlere teslim oldu.
Olay sonrası ikisi Bakan olmak üzere toplam beş kişi öldü. Çerkes Hasan sorgulandığında ölen zabitler için üzgün olduğunu amacının sadece cuntacıları öldürmek olduğunu söyledi. Çerkes Hasan Bab-ı Seraskeri’nin önündeki büyük dut ağacına asılarak vatana ihanet cürmünden idam edilmiştir. Sultan İkinci Abdülhamid tahta çıktığında Çerkes Hasan’ı kahraman ilan ederek iade-i itibarda bulunmuş ve Hasan için Edirnekapı Şehitliğinde bir mezar yaptırarak başına şu levhayı astırmıştır:
…Genç yaşında veliyyünnimeti uğrunda fedâycân eden merhum Çerkes Hasan…
Çerkes Hasan’ı bu suikastlara zorlayan ise veliyyünimeti Sultan Abdülaziz’in başına gelen

Modern Sanatlara İlgisi

Sultan,  modern sanatları çok sever ve desteklerdi.
   
Sultan,  modern sanatları çok sever ve desteklerdi
Yıldız Sarayında Tiyatro Grubu Gösterim Yaparken

Fakirlere Yardımları



Şehzadelerle sünnet edilen fakir çocuklar
Şehzadelerle sünnet edilen fakir çocuklar

Hanımı Naciye Hanımefendi'nin Kendilerini Tahttan İndirenlere Yazdığı Mektup

 


Sultan Abdülhamid’in en küçük oğlu Âbid Efendi’nin annesi Naciye Hanım’ın, kocası Abdülhamid’i tahtından indiren Hareket Ordusu’nun kumandanı ve sonranın sadrazamı Mahmud Şevket Paşa’ya 26 Mart 1912’de gönderdiği mektubunu…
Bartınlı bir aileye mensup olan Naciye Hanım, mektubunda kocası Sultan Abdülhamid ile beraberce Selânik’e sürgüne gönderildikleri sırada ellerinden alınan ve içerisinde oğlunun yegâne serveti olan paraların bulunduğu çantanın kendilerine geri verilmesini istiyor, Yıldız Sarayı’ndaki eşyalarının sabık hükümdarın büyük oğlu Şehzade Selim Efendi’ye teslim edilmesi ricasında bulunuyor ve Sultan Abdülhamid’in Maslak Çiftliği’nin küçük oğlu Âbid Efendi’ye verilmesi konusundaki talebini hatırlatıyor…
Bu taleplerin hiçbiri yerine getirilmedi ve Sultan Abdülhamid’in oğlunun istikbali için ayırdığı nakit para ile hisse senetlerinden de bir haber alınamadı!
Mektubun enteresan ama gayet acı olan bir başka tarafı: Naciye Hanım’ın imzasının altında mahkûm mektuplarını hatırlatırcasına “Görülmüştür” kaydı ve Ordu Köşkü Muhafızı Rasim Bey’in imzası var!
Naciye Hanım 1923’te İstanbul’da vefat etti, bir sene sonra bütün Osmanoğulları ile beraber sürgüne gönderilen oğlu Âbid Efendi ise zorluklarla dolu bir hayat yaşadı. Fransa’da iyi bir tahsil görmesine ve Arnavutluk Kralı Zog’un kızkardeşlerinden biri ile evlenmesine rağmen sonraki senelerde büyük sıkıntılar çekti. Fransa’da kapı kapı dolaşıp sabun sattı, sonra Lübnan’a geçti, Suudi Kralı Faysal’ın bağladığı cüz’i bir aylıkla yaşadı ve hayattan 1973’te Beyrut’ta ayrıldı.
Sultan Abdülhamid’in hanımlarından ve küçük oğlu Âbid Efendi’nin annesi olan Naciye Hanım, Mahmud Şevket Paşa’ya gönderdiği mektubunda günümüzün Türkçesi ile şöyle diyor:
“Aşağıdaki konularda muhtelif tarihlerde yaptığım müracaatların tamamı cevapsız kaldığı için durumu yeniden ifadeye teşebbüs ediyorum.
Zevcim sabık hâkan Abdülhamid Han Hazretleri ile beraber Selânik’e geldiğimizde içerisinde gerek benim ve gerek oğlum Âbid Efendi’nin yegâne serveti olan nakit para, hisse senetleri ve daha bazı özel evrakın bulunduğu çanta bana ait dairenin baş kalfası olan ve bugün burada yanımızda bulunan Mâhıenver Kalfa’nın elinden alınmış ve karşılığında o zaman belediye reisi olan Hâzım Bey’in başkanlığındaki komisyon tarafından bugün bende bulunan bir mazbata verilmişti.
Bu çanta ile içerisindekilerin tarafıma aynen iadesini defalarca istirham ettim ama yerine getirilmedi. Mevduatımın güzel şekilde muhafaza edileceğine emin isem de, bunların kendi elimde bulunmasını daha ziyade muvafık bulduğum için tarafıma iadesinin sağlanmasına himmet buyurmanızı rica ederim.
İkinci olarak: Yıldız Sarayı’nda kalan benim ve oğlum Şehzade Âbid Efendi ile yanımda bulunan Dilbeste Kalfa’nın eşyasının nereye teslim olunması lâzım geleceği daha önce padişahın (Abdülhamid’den sonra tahta geçen Sultan Reşad’ın) emri ile sorulmuş, Şehzade Selim Efendi Hazretleri’ne teslimi tarafımızdan cevaben bildirilmiş ve şimdiye kadar hiçbirşeyin verilmediği haber alınmıştır. Dolayısı ile bu eşyanın da biran evvel Selim Efendi’ye teslim edilmesini ve neticenin tarafıma bildirilmesini rica ediyorum.
Üçüncü olarak: Maslak Çiftliği’nin oğluma verilmesi konusunda pederi sabık hâkan hazretleri (Abdülhamid) tarafından seyahatimiz sırasında yapılan talebin neticesine ve çiftliğin devir muamelesinin yerine getirildiğine dair de henüz bir haber gelmemiştir.
İşte, mâruzatım kısaca bunlardan ibarettir. İstirhamlarının biran evvel yerine getirilmesini ve tarafıma bilgi verilmesini gerek kerîm olan zâtınızdan ve gerekse de Meşrutiyet’in adâletinden beklerim efendim.
26 Mart 1912.
Selânik’te Ordu Köşkü’nde sabık hâkan hazretlerinin zevcesi Naciye”.
Murat Bardakçı'nın Habertürk'teki yazısından alıntı.
Bu mektup onu tahttan indiren İttihatçıların içinde ne hırsızlar bulunduğunu da kanıtlar. Para dolu çanta sözde tutanakla alınmış ve yok olmuş. Birilerince paralar yenilmiş. Nasıl olsa galip onlar ve hesap soran yok.
 
 Nasıl olsa galip onlar ve hesap soran yok

Çocukları

Mahmud Şevket Efendi
Mahmud Şevket Efendi


Mehmed Burhaneddin Efendi  
Mehmed Burhaneddin Efendi 
Abdülhamid'in tahtan indirilerek öldürülen amcası Sultan Abdülaziz'in çocuklarını kendi çocuklarından ayırmadığının "resmi" bir kanıtı niteliğinde 
Abdülhamid'in tahtan indirilerek öldürülen amcası Sultan Abdülaziz'in çocuklarını kendi çocuklarından ayırmadığının "resmi" bir kanıtı niteliğinde.

 Naile Sultan ve Naime Sultan / Sultan Abdülmecid'in kızı ve 2.Abdülhamid'in kızı
Abdülhamid'in kızı 
Naime Sultan

Kendisini Tahttan İndirenlere Yazdığı Mektup

 


Sultan Abdülhamid,  tahttan  indirildikten sonra Selanik te Alatini Köşkünde mecburi ikamete tabi tutulmuştu.
Sultan, buradayken hayatından endişe ettiği için Hareket Ordusu komutanı Mahmut Şevket Paşa'ya aşağıdaki mektubu yazıp göndermiştir:
YEMİNİME SADIK KALDIM”

 “1325 Nisanı’nın ondördüncü Salı günü (27 Nisan 1909) akşamı Âyân ve Mebûsan Meclisleri tarafından tertip edilen Tebliğ Heyeti hayatımın emniyet altında olduğunu ve her türlü taarruzdan âzâde bulunduğunu, oğlum Abdürrahim Efendi ve hizmette bulunanların bir kısmının huzurunda ve yanımdaki ailemin işitebileceği bir şekilde bildirdi.
Gecesi de Ferik (Korgeneral) Hüsnü Paşa, beraberindeki ümerâ ve subaylarla gelerek adı geçen heyetin taahhütlerini ve ifâdelerini tasdik ederek hayatımın kat’i olarak hiçbir şekilde tecavüz ve taarruza hedef olmıyacağını ve İkinci ve Üçüncü Ordu ve askerin hayatımı korumayı üzerlerine almış olduğunu ve Selânik’te hazırlanan yerde son derece hürmetle ikamet edeceğimi bildirerek şayet bu hususta tereddüt edilirse birlikte arabaya binerek ve elime revolver vererek Allah korusun bir tecavüz olduğunda ilk önce kendisini revolverle yok etmekliğimi ‘Vallah, Billâh, Tallah’ kelimeleriyle yemin etmiş ve Kur’an-ı Şerîf’i dahî getirip ona da yemin edeceğini söylemiş ise de, ‘Allah korusun, ben kaatil olamam’ diyerek teminât ve yeminlerine kanaat edip husûsî trenle Selânik’e gelindi. Burada gördüğüm nazik muamele ve subayların muhafaza etmek işinde gayret ve hamiyetleri takdire değer.
İyi ve kötü, fakat iyi niyetle 34 yıl vallahi ve billâhi geceli gündüzlü devlet ve millete hizmet ettim. Şehislâm Efendi vasıtasiyle ettiğim yemine aykırı hal ve harekette bulunmadım. Meşrutiyet aleyhinde nüfuzumu kullanmadım. İstanbul’daki asker hâdisesinde vallahi bilgim yoktur. İşte buralarını yeminle temin ederim.
Biraderim merhum Sultan Murad Hazretleri 26 yıl daha yaşayıp yanında birçok harem ağaları ve merhum Hayrettin Paşa’ya hizmet etmiş olan Server Ağa ve lüzumu kadar hizmetçi vesaire bulunduruldu. Hazine-i Hassa ve mutfaktan her türlü yiyecek ve içecek ve diğer eşyalar kendileri için temin edildi ve istirahatleri için her türlü vasıtalar tedarik edildi.
Rus askeri henüz Ayastafanos’da bulunduğu bir sırada Ali Suavi Vak’ası meydana gelmesiyle adı geçen zâtı hemen yanıma alıp ortalığın sakinleşmesiyle oturdukları yere gönderip ölünceye kadar emniyet içinde muhafaza edilmelerinde ne derece gayret ve dikkat edildiği ve ailelerinin ailemin geçimi ile müsavî bir şekilde faydalandığı ve hasta ve vücutça malûl oldukları halde bunca müddet her türlü arzusunu yerine getirmek suretiyle yaşadıkları meydanda ve son olarak ölümlerinin ne yolda olduğu dahi hususi doktoru Rıza Paşa’nın raporuyla âşikârdır.
Ölümlerinden sonra aileleri fertlerine kendi çocuklarım gibi bakarak huzur ve rahatlarının temini hususunda zerre kadar ihmal vuku bulmadı. Hattâ, adı geçen zâtın hanımı, başkadınefendi idareci ve dindar olan bahsi geçen Server Ağa vasıtasiyle ailemle beraber maaş aldıkça memnuniyetini bildiren teşekkür mektupları hâlâ saraydaki evrakım arasında mevcuttur. Oğulları Salâhattin Efendi’nin aleyhimde bulunacağına inanmam, yalnız bir isnattan ibarettir.
Bulunduğum felâketli hal şu şekilde hülâsa olunur:
Ailemin ve çocuklarımın çokluğundan İstanbul’da bulunan çocuklarımdan Nureddin Efendi kendi annesiyle diğer ihtiyar kadınlardan meydana gelmiş bir aile efradıyla bugün bir lokma ekmeğe muhtaç haldedir.
Maaşım şimdilik burayı idare etmeye yetiyorsa da İstanbul’dakilere yardım edecek ve onları besleyecek derecede değildir. Bununla beraber zaruret sebeplerinin ortadan kaldırılmasını devlet ve milletin nazar-ı dikkate alacağına eminim. Çünki, servet ve eşyam zaptedildi. Perişan ve merhamet gerektiren bir haldeyim.
Bu basit teferruattan yegâne maksat şunlardır: İlk önce kendimin, ailemin ve çocuklarımın hayatının her türlü taarruz ve tecavüzden korunacağı hakkında evvelce verilen vaadler ve taahhütler Âyân, Mebûsan, devlet ve asker tarafından teminat ve karar altına alınsın. Bu karar da açık ibare ile resmî şekilde yazı ile bildirilsin.
İkinci olarak, ikamet etmekte olduğum Alâtini Köşkü namıma satın alınarak hayatım boyunca oturmak üzere tahsis olunsun.
Üçüncü olarak, hizmetimde bulunanların şahsî hürriyetlerinin verilmesi çâresine bakılsın.
İşte, temennilerim bu üç şeyden ibarettir. Çünki hayattan emniyetsizlik insan için her an bir ölümdür, hayat ise mukaddestir. Hayattan emin olmamak gibi felâket olamaz. Bundan dolayı zikredilen şu üç şart yerine getirildiği takdirde her ne şekilde arzu edilir ve kimin huzurunda icabederse, bankadaki malubumun (hesaplarımdaki paranın) teslimine dair evrakın takrir ve imzasına hazırım. Servetimin asker için muhafaza edildiğini samimî bir hakikat olmak üzere beyan edebilirim. Mevcut servetimin, keşke daha çok olsa idi, tamamını askere terketme şerefine nâil olma temennisinden kendimi alamamaktayım.
Cenâb-ı Hakk’a yemin ederim ki, bu fânî dünyada yegâne maksadım yalnız devlet ve millete duacı olarak emniyet içerisinde sayılı nefeslerimin bulunduğum mevkide tamamlanmasıdır. Kat’iyyen başka fikrim yoktur. Arzu olunacak şekilde teminat vermeye hazırım. Bundan dolayı bu arzıhâlimin Meclis’te okunmasiyle bu büyük millet ve Meşrutiyet devletinin medanda olan haşmet ve âtıfetine nisbetle ehemmiyetsiz olan bu dileklerimin kabulünü rica ederim. 15 Cemâziyelâhır 1327 ve 22 Haziran 1325 (5 Temmuz 1909).
Abdülhamid”.
Bu mektup Celal Bayar'ın "Ben de Yazdım" adlı kitabında yer alır. Türkçe'ye uyarlaması  C.B.'a aittir.
Murat Bardakçı'nın Habertürk'teki ilgili yazısından naklen aktardım.
***
Aynı yazıda M.Şevket Paşa'nın cevabı  ise şöyle yer alıyor:
Bu dilekçe " İstanbul’a hâkim olan Hareket Ordusu’nun kumandanı Mahmud Şevket Paşa’yı hiddetlendirdi. Paşa, dilekçe ile ilgili olarak emrindekilere gönderdiği yazıda “Hayatı ordu tarafından garanti edildiği halde yeni garantiler istemesi orduya hakarettir. Namus erbâbının nasihatlerini dinlemediği için felâketine sebep olan böyle tereddütlü davranışlardan vazgeçip mert şekilde hareket etmesi gerektiğini kendisine bildirin” dedi ve Abdülhamid’in bütün taleplerini reddetti.

 Namus erbâbının nasihatlerini dinlemediği için felâketine sebep olan böyle tereddütlü davranışlardan vazgeçip mert şekilde hareket etmesi gerektiğini kendisine bildirin” dedi ve Abdülhamid’in bütün taleplerini reddetti

Kitap Sevgisi

Sultan,  büyük bir kütüphane kurmuştu.  Devrilince bir kısmı yağmalandı. Kalanı Yıldız Kütüphanesi, olarak hatırlandı.
1 Haziran 1924’te  Bakanlar Kurulu Kararı ile, Meşrutiyet’in ardından birkaç sene boyunca Maarif Nezareti tarafından idare edilen ve daha sonra Hazine-i Hassa Müdüriyeti’ne devredilen Yıldız Kütüphanesi, İstanbul Üniversitesi’ne verildi. Sultan Abdülhamid’in hususî kitaplığı sayılan Yıldız Kütüphanesi bugün “İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kitaplığı” olarak kullanılıyor ve kütüphanedeki çok kıymetli bazı eserlerin geçtiğimiz senelerde çöpe atılmaları hâlâ tartışılıyor.

At Sevgisi

Koca Sultanın en sevdiği atı "Ferhan"
Koca Sultanın en sevdiği atı "Ferhan"

Hayranlıktan Düşmanlığa Tevfik Fikret

 

Önceleri Sultan Abdülhamid hakkında:
….
Büyük, büyüksün evet bîadîlsin, birsin
Uluvv-i haslet ile ekberü’l-ekâbirsin
…..
Eyâ veliyy-i niâm dâdgârımız sensin
Yegâne melce ü vâlâ tebârımız
Medâr-ı muhteşem iftihârımız sensin
Senin vücuduna muhtâcız ey veliyy-i niâm
İle’l-ebed sana densin halîfe-i âlem
şeklinde övgü dolu şiirler yazan, onu en müstesna ifade ve teşbihlerle meth ü sena eden ve açılan yarışmada Sitâyîş-i Hazret-i Pâdişâhîadlı eseri ile birinciliğe layık görülmüştür Tevfik Fikret.
Sultan Abdülhamid, yetkileri eline aldıktan sonra batıcıların istediği tarzda hareket etmeyip Kanun-ı Esasi’yi yürürlükten kaldırıp meclisin tatil etti, Batıcıların bürokrasideki büyüğü Mithat Paşayı ve arkadaşlarının saray çevresinden uzaklaştırdı, Abdülhamid’in yeni bir saray çevresi oluşturarak kendine özgü politikalar izlemeye başlaması Tevfik Fikret'i de diğer batıcılar gibi Abdülhamid’e karşı tavır almaya sevk etmiştir. Artık Tevfik Fikret’in Saray’a bakışı bütünüyle olumsuzdur.
Bu yeni dönemde gerek Sultan Abdülhamid’in kendisi gerekse ve özellikle saray çevresi  yoğun şekilde batıcı şairlerin saldırısı altında kalmıştır. Manzumenin her bir türünden üretilen zehirli oklar, Abdülhamid’in ve bendegânının göğsüne ve gönlüne saplanmak üzere Yıldız’a fırlatılmıştır.
Kısa bir süre önce en parlak ifadeler ve en şaşaalı kelimelerle Abdülhamid’i yere göğe sığdıramayan Tevfik Fikret en ağır kelimeler, en galiz küfürler ve en hayâsız ifadelerle ona lanetler okumuş, ona karşı düzenlenen suikastı adeta ayakta alkışlamış, ölmedi diye üzülmüş, kederlenmiş, kahrolmuş ve Sultan Abdülhamid’in bir an evvel terk-i dünya etmesi temenni ve niyazında bulunmuştur.
İstanbul bağlamında “kanlı, kal’alı, zindanlı, menfur ve mel’un” şeklinde niteleyip lanetlediği Abdülhamid’e olumsuz manzumeler yazmaktan çekinmeyen Tevfik Fikret, yine ona karşı duyduğu nefret nedeniyle İngiltere’nin Türkiye üzerindeki emellerine körü körüne hizmet etme ihanetinde bulunmaktan da kaçınmamıştır.
Hüseyin Sîret, İsmail Safa ve Ubeydullah Efendi gibi bazı yakın dostlarının 1899 yılında İngiliz Sefaretine giderek Transval Savaşı’nda Boerlere karşı İngiltere’nin galibiyetini temenni beyanlı Elçi Sir Nicholas O’Connor’a takdim ettikleri metni Tevfik Fikret de imzalamıştır.

Kız Çocuklarının Eğitimi İçin Yaptıkları

Başbakanlık Osmanlı Arşivinden bir belge Kimsesiz kız çocuklarının eğitim ve öğretimi için İstanbul Şehzadebaşı'nda bulunan Halet Paşa Konağı'nın elverişli olduğu anlaşıldığından satın alınarak okul haline dönüştürülmesine dair Sultan II. Abdülhamid'in emri.

  Abdülhamid'in emri

Sultan Abdülhamid'i Sömürme Çabaları

Bu ülkenin makus talihlerinden biri tarihî şahsiyetlerin sömürülmesidir.
Sultan da buna uğramışlardandır.
İşte bunun örneklerinden biri.
Sultan II. Abdülhamid’e atfedilen Hâtırat’ın Utarit’deki tefrikası ve kitap halinde basılmış nüshası Süleyman Nazif’in kaleminden çıkmıştır. Fevrî ve asabî tabiatlı Süleyman Nazif daha önce ve sonra da bu hususiyetinin delili sayılabilecek metinler kaleme almıştır.Süleyman Nazif’in âni bir öfke ve aşırı asabiyet neticesinde yazdığı başka metinler de bulunmaktadır. Kürt Şerif Paşa (1865-1951) için yazdığı Boş
Herif (Bursa 1910, 10 s., Emrî Matbaası), İskilipli Âtıf Hoca merhumun Frenk Mukallitliği ve Şapka (İstanbul 1340, 32 s.) isimli risalesine yazdığı İmana Tasallut (İstanbul 1342, 32 s.) isimli reddiyesi bu kâbildendir. Bu risâle Âtıf Hoca’nın idamına vesile olmuştur: Tahiru’l-Mevlevî (Olgun), Matbuat Alemindeki Hayatım ve İstiklal Mahkemeleri, İstanbul 1991, s.255-258. Bu bilgiyi üstâdım İsmail Kara’ya borçluyum.
Prof. Dr. Ali Birinci

Dış Borçlar Ne Oldu

Abdülhamid , önceki batı etkisindeki sultanların yaptığı dış borcu pimi çekilmiş bir el bombası gibi elinde buldu.
Osmanlı Ekonomisinin Dış Borç Batağına Batışı
Osmanlı Devleti, 1854 yılında başlayan borçlanma batağı sürecine 1875 yılına kadar dayanabildi. Öyle ki 1874-75 yılı bütçe geliri 25.104.928 lira iken, 5 yıla ait dış borç ödeme taksiti 13.200.000 liraya ulaşmıştı. 1854-1875 yılları arasında Batılı devletlere 220 milyon sterlin borçlanılmıştı ama ele geçen para yalnızca 116 milyon sterlindi! Bu dış borç taksitinden başka iç borç taksitleri de bütçe üzerinde ayrı bir yük oluşturuyordu. Nihayet iç ve dış borç taksitlerini devlet bütçesi ödeyemez hale gelince dönemin Sadrazamı Mahmut Nedim Paşa bir tebliğ yayınladı. Bu tebliğde, hükümetin bütçe açığından dolayı borç ödemelerinde bir değişiklik yapıldığı belirtiliyordu. Faiz ve yıllık ödeme taksitlerinin yarısını para, kalan yarısının da yeni basılıp dağıtılacak %5 faizli hisse senetleriyle ödenmesi öngörülüyordu.
Osmanlı Hükümeti’nin ödemelere ara verme kararı, tek yanlı alınmış bir karardı. Alacaklılara kararın alınması aşamasında herhangi bir şey sorulmamıştı. Bu kararın alınmasıyla şok olan Avrupalı tahvil sahipleri, Osmanlı Hükümeti üzerinde çeşitli siyasi baskılar kurarak alacaklarını tahsil etme yollarını aramaya koyuldular. Sonunda 30 Ekim 1875 günü hükümet borçlarını ödemek için bir kararname yayınladı. Kararname Ramazan ayında yayınlandığı için bu kararnameye Ramazan Kararnamesi denilmektedir. Bu kararname, alacaklıları rahatlatan bir ödeme sistemi ve miktarı belirtmekteydi.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı mağlubiyeti ile Balkanlar’daki topraklarının büyük bir kısmını kaybeden Osmanlı Devleti, kaybettiği topraklara yönelik bir kısım borçlarından da muaf tutulmuştu. Berlin Kongresi’nde Osmanlı borçlarının bir kısmı Bulgaristan’a, Karadağ’a, Sıbıstan’a ve Yunanistan’a paylaştırıldı. Ayrıca savaş sonu Osmanlı Devleti, Rusya’ya 35 milyon Lira savaş tazminatı olarak borçlanıp, miktarın tamamı faizlendirilerek yılda 350.000 lira taksitle 100 yılda ödenmesi ön görülmüştü.
13 Temmuz 1878 günü Berlin Antlaşması gereği Osmanlı Devleti’nin borçlarını ödemesi için uluslararası mali bir komitenin kurulması tavsiye edilmişti. Bu tavsiye kararı gerek Osmanlı Hükümeti gerekse Galata Bankerleri tarafından sert tepkiyle karşılandı. Zira bu tavsiye kararı, Osmanlı Devleti açısından iç işlerine karışmak, Galata Bankerleri tarafından ise kendi alacaklarının böyle bir yöntemle tahsilini istememeleriydi. Bunun üzerine hükümet ile Osmanlı Bankası ve Galata Bankerleri arasında 22 Kasım 1879 günü bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşma 1879 Kararnamesi diye anılmaktadır. Anlaşmaya göre; Hükümet, Müskirat, (alkollü içecek) Pul, İstanbul civarındaki deniz ürünleri vergisi, Edirne-Samsun-Bursa İpek Öşrü, Tönbeki ve Tütün Tekeli vergilerinin toplanması ve işletme hakkını 10 yıllığına Osmanlı Bankası’na ve Galata Bankerlerine veriyordu. İşte Osmanlı Bankası’nın ve Galata Bankerlerinin adı geçen gelirleri toplayıp işletmek ve kararnamede belirtilen iç borçları ödemek amacıyla kurmuş oldukları yönetime RüsumSitte İdaresi adı verilmiştir.
Avrupalı alacaklılar, 1879 Kararnamesi’ne ve Kararname uyarınca kurulan Rüsum-ı Sitte İdaresi’ne çok sert tepkiler gösterdiler. Çünkü iç borçların ödenmesi ve yukarıda belirtilen gelirlerin yönetiminin Osmanlı Bankası ve Galata Bankerlerinin eline geçmesi Avrupalı tahvil sahiplerinin hazmedemeyeceği bir gelişmeydi. Bunun üzerine Avrupalı tahvil sahipleri, Osmanlı Hükümeti ile iç borç alacaklıların arasında yapılan bu anlaşmanın uygulanmaması için çeşitli girişimlerde bulundular. Bu girişimler, kendileri açısından 1880 yılında olumlu gelişmelere sebep oldu. Osmanlı Hükümeti, 3 Ekim 1880 günü bir genelge yayınlayarak alacaklıların kendilerinin seçtikleri birer üyeyi İstanbul’a temsilci olarak göndermelerini istiyordu. Osmanlı Hükümeti’nin bu yaklaşımı üzerine alacaklılar kendilerini temsil etmek için aralarından seçerek belirledikleri temsilcilerini İstanbul’a göndereceklerini Osmanlı Hükümeti’ne bildirmişlerdi.
Düyun-u Umumiye İdaresi’nin Kuruluşu
Avrupa’dan gelen bu alacaklı temsilcileri ile Osmanlı Devleti tarafından görevlendirilen memurlar bir komisyon kurarak devletin borçlarını ödeme şekillerini ve bir sistem kurarak bu işlerin takibi için çalışmalar yapacaklardı.
Osmanlı Hükümeti temsilcileri ile Avrupalı alacaklıların temsilcileri 1 Eylül 1881 günü başlayan ve yaklaşık 4 ay süren çalışma ve görüşmeler sonucu ortak bir metin üzerinde anlaştılar. Bu metin hükümet tarafından bir kararname şekline getirildi. Kararname, 20 Aralık 1881’de Padişah tarafından İrade-i Seniyye olarak yayınlanarak resmi bir nitelik kazanmış oldu. İrade-i Seniyye’nin yayın tarihi Hicri 28 Muharrem 1299 yılına rastladığından bu kararnameye Muharrem Kararnamesi denilmektedir.
Kararnamede Osmanlı borçlarının yönetimi için bir kurum oluşturulması konusunda anlaşılmıştı. İleride de çok tartışmalara sebep olan bu kuruma “Düyun-u Umumiye-i Varidat-ı Muhassasa İdaresi,” kısaca “Düyun-u Umumiye İdaresi” denilmiştir. Böylece ilk dış borçlanmasını 1854 yılında gerçekleştiren Osmanlı, II. Abdülhamid’in padişahlığı döneminde kurulan Düyun-u Umumiye İdaresi ile borçlanma serüveninde yeni bir sayfa açıyordu.
İdare’nin Yapısı
Merkezi İstanbul’da bulunan Düyun-u Umumiye İdaresi’nin en yetkili organı olan İdare Meclisi’ydi. Toplam üye sayısı 7 olup, bunlardan 5’i Avrupalı tahvil sahibi temsilcisi, 1’i Osmanlı tahvil sahibi temsilcisi, 1’i de iç borçlar temsilcisi statüsündeydiler. İstanbul’da kurulan 4 merkez müdürlükleri ile bölge müdürlüklerinden oluşan taşra teşkilatları da genel müdürlüğe bağlanmıştı. 1898’in sonunda bölge müdürlüklerin sayısı 26’ya, il ve ilçelerdeki müdürlüklerin sayısı ise 720’ye ulaşmıştı.
Görevleri Muharrem Kararnamesi’nde belirtilmişti. Kararname gereği idare, kendisine verilen gelirlerin toplanması, tahsili, işletmesi ve tespit edilen plana göre alacaklıların borçlarının ödenmesinden sorumlu idi. Önemle vurgulamak gerekir ki, ödenmesi gereken sadece dış borçlar değildi, iç borç ödemesi de idare tarafından yapılacaktı. İdare, görevi gereği her yıl bir bütçe defteri tutmaktaydı. Bu defterde, iç ve dış düzenli borçlar, düzenli olmayan borçlar, esham-ı cedide ile devletçe taahhüt altında bulunan demiryolları teminatı bulunmaktaydı.
İdare’nin çalışmalarının büyük bir kısmı vergi toplamaktan oluşmaktaydı. Bu işte belli başlı olan görevliler şunlardı: A’şar memurları, gümrük memurları, muvakkat şıra memurları, müskirat resmi bey’iyye memurları ve kaçakçılığı önlemek için görevlendirilen kolculardı. Bu memurların çalışma şartları, görev ve yetkileri her bir kısım için ayrı ayrı nizamnameler hazırlanarak belirlenmişti.
Düyun-u Umumiye’nin Osmanlı Ekonomisi Üzerindeki Etkileri
Düyun-u Umumiye’nin Osmanlı ekonomisi üzerindeki en önemli etkisi, Osmanlı maliyesi üzerine kurduğu ayrıntılı ve etkin denetim nedeniyle Osmanlı tahvillerinin riskinin azalması oldu. Alacakların güvence altına alınması nedeniyle Osmanlı İmparatorluğu Avrupa para piyasalarında daha elverişli şartlarda ve daha düşük faizlerle borç bulmayı başardı.
Ama bu durumun bir ters etkisi de olacaktı. Kurulan ayrıntılı ve etkin denetim sayesinde artık net fon akımlarının yönü değişmiş ve yüksek oranlarda artı-değer Osmanlı ekonomisine kazandırılmak yerine kesintisiz biçimde Avrupa’ya aktarılmaya başlanmıştı.
Düyun-u Umumiye İdaresi görünürde Osmanlı İmparatorluğu’nun bir kurumu, gerçekte ise hükümet yerine yalnızca alacaklılara karşı sorumluğu bulunan bir yapılanmaydı.
Ve bu pimi çekilmiş el bombası patlayacak ve Osmanlı Devleti'nin batışını hazırlayacaktır.

Vefatı

31 Mart ayaklanmasıyla tahttan indirilmesi kararlaştırılan II. Abdülhamid, 3 yıl Selanik'teki Alatini Köşkü'nde ev hapsinde tutulmuş, 1912 senesinde Beylerbeyi Sarayı'na getirilmiştir. Bundan 6 sene sonra 10 Şubat 1918 yılında İstanbuş’da vefat eden II. Abdülhamid, Divanyolu’nda bulunan Sultan II. Mahmut Türbesi'nde defnedilmiştir.

Ziraat Bankası ve II.Abdülhamid


 Menafi Sandıkları'nın ihtiyaca cevap vermediği, esasen idari yönden revizyon gerektiği ve kaynaklarının sınırlı olduğu gerçekleri de eklenince, mevcut örgütlenmenin bir banka şeklinde organize edilmesi fikir ve eğilimi olgunlaşmış, II. Abdülhamit nezdinde de bu konu üzerinde ciddiyetle düşünülmüştür. Sadrazam Kamil Paşa'nın Bakanlar Kurulu ve II. Abdülhamit'e sunduğu mazbatada Menafi Sandıkları'nın artık fonksiyonlarını yerine getirememeleri sebebiyle kaldırılarak bunların yerine Ziraat Bankası kurulması gerekliliği kaleme alınmıştır. Söz konusu mazbatanın II. Abdülhamit'in olur ve onayıyla yürürlüğe girmesiyle 15 Ağustos 1888'de Menafi Sandıkları'nın yerine işlevlerini üstlenecek modern finans kuruluşu olarak Ziraat Bankası resmen kurulmuş, o tarihte faaliyette bulunan Menafi Sandıkları da banka şubelerine dönüştürülerek faaliyete başlamıştır. O güne kadar Menafi Sandıkları'nın mali kaynağını oluşturan menafi hisseleri bankaya devredilmiş ve bundan sonraki hisseler de bankanın sermayesine tahsis edilmiştir. Bu adımla birlikte, teşkilatlı tarımsal kredi tarihimizde yeni bir dönem başlamıştır.  Kaynak: https://www.ziraatbank.com.tr/tr/bankamiz/hakkimizda/bankamiz-tarihcesi

Fotoğraf Merakı ve Fotoğraf Arşivi

Bilindiği üzere Abdülhamid, kurmuş olduğu devasa gizli servis ağıyla ün salmış bir sultandı. Bu ağın daha etkili bir şekilde işleyebilmesi için kullandığı araçlardan biri fotoğraf oldu. Yıldız sarayı'nda özel bir fotoğraf stüdyosu (neler yoktu ki zaten o sarayda) dahi kurdurduğu da bilinen bir gerçek.
Sultan, 1880'lerde imparatorluğun dört bir yanına fotoğrafçılar gönderir ve 30 bin klişeyi (baskıda kullanılmak üzere, üzerine kabartma resim, şekil vb. çıkarılmış metal levhaya verilen ad. kaynak: tdk) aşan bir koleksiyon oluşturur. Bu resimlerin bir bölümü o dönemin modernleşme çabalarını yansıtma amacı taşımaktadır. İşte demiryolları olsun, batı tarzı mimariyi müjdeleyen binalar olsun. Sultan bu fotoğrafları propaganda aracı olarak görmekteydi. Abdülhamid batı'ya, kendi imparatorluk döneminde gerçekleştirilen toplumsal, bilimsel ve kültürel gelişmeleri göstermek ve batı'nın gözünde medeni bir imaj oluşturmak istemekteydi.
 
 Abdülhamid batı'ya, kendi imparatorluk döneminde gerçekleştirilen toplumsal, bilimsel ve kültürel gelişmeleri göstermek ve batı'nın gözünde medeni bir imaj oluşturmak istemekteydiBursa İdadisi

 Sultan'ın diğer bir hedefi de yabancıların "oryantalist" bakış açılarını gözler önüne seren, Osmanlı'yla alay ettiklerini düşündüğü fotoğrafların manipülatif etkisini kırmaktı. Abdülhamid, 1893 senesinde Washington'da bulunan kongre kütüphanesi'ne (library of congress, söz konusu fotoğraf arşivinin bulunduğu kütüphane) içinde 1800'ün üzerinde fotoğraf bulunan 51 adet deri ciltli albüm gönderir. Bir sonraki yıl da british museum'a albüm göndermeye karar verir. Söz konusu fotoğraflar, içlerinde Sultan'ın resmî fotoğrafçıları olan Ermeni Abdullah kardeşlerin de yer aldığı yedi fotoğraf atölyesinin katılımıyla derlenmiştir.

  Söz konusu fotoğraflar, içlerinde Sultan'ın resmî fotoğrafçıları olan Ermeni Abdullah kardeşlerin de yer aldığı yedi fotoğraf atölyesinin katılımıyla derlenmiştir 
 Kız öğrencilerin başlarının açık olması ilginç bir ayrıntı olarak duruyor.


Fotoğrafların başlıca temaları ise manzaralar ve anıtlar ile eğitim ve sanayi alanlarında ulaşılan ilerlemelerdir. François georgeon(Fransız tarihçi) en iyi tasvir edilenin ise eğitim olduğunu belirtiyor: yeni inşa edilen okul binaları, kızların da aralarında bulunduğu üniformalı öğrenciler vs.
Maalesef bu albümler yukarıda bahsi geçen kurumların raflarına öyle resmi bir törenle girememiş. Georgeon, bunların arka kapıdan içeri alındıklarını ve tarihçiler tarafından ancak yüz yıl kadar sonrakeşfedildiğini belirtiyor.
Kaynak: François Georgeon, Abdülhamid İİ Le Sultan Calife (1876-1909), 2003.
İlgili fotoğrafların bir bölümünü aşağıdaki linkten görebilirsiniz
http://www.loc.gov/pictures/search/?co=ahii&st=gallery


Sultan Abdülhamid ve Siyonizm


Aktaran Kaynak: Orhan Osmanoğlu
 
Aktaran Kaynak: Orhan Osmanoğlu

Abdülhamit Siyonistler için "Teklifleri devletin Düyun-u umumiyesini (genel borçlarını) kâmilen deruhte (tümüyle üstlenmek) etmek idi. Güzel bir şey. Zira Düyun-u Umumiye bir gün gelip de borçlarımızı ödeyemezsek devletin maliyesini murakabeye (denetime) almak gibi bir tehlike mevcuttur" demişti.1
Abdülhamit, tahttan indirilişinin ikinci yılında (1911) doktoru Atıf Hüseyin'e "Eminim zamanla (Yahudiler) Filistin'de kendi devletlerini kurmayı başaracaklardır"sözüyle gidişatın nereye varacağını görmüştür.2"

Kaynak: http://www.salom.com.tr/haber-102963-sultan_ii_abdulhamit_ve__theodor_herzl.html. 10.09.2018 21.39
SON SULTANIN YAHUDİLERE KUDÜS YASAĞININ BELGESİ
Sultan Abdülhamid Han zamanında Kudüs’e gelecek Museviler mülk edime yasağı, ve kalma süreçleri bir ay geçmemesi . 1892


Konuyu direkt Yahudi kaynağından aktarıyorum ki Son Sultanın kıymetini iyi bilelim.Zira fazilet odur ki düşman dahi tasdik etsin.
"Herzl, bu amaçla(siyonizmi kurmak,yayınlayanın notu ) din adamları, devlet başkanları ve imparatorlarla görüştü. Bölgenin 1517 yılından beri Osmanlı yönetiminde olması dolayısıyla çözümün anahtarını elinde bulunduran Sultan Abdülhamit bu devlet adamlarının en önemlisiydi.
Devir çok uluslu imparatorlukların devri olduğundan bu talebin o rejimle yönetilen devletler nezdinde özel bir direnç yaratmadığını not etmek gerekir.
Herzl'in geneldeki ve özellikle Sultan Abdülhamit'le olan temasları konusundaki temel kaynaklardan biri onun hatıratıdır.
Yabancı dilde kaynaklara erişimi olmayanlar Ergun Göze'nin 'Siyonizmin Kurucusu Theodor Herzl'in Hatıraları ve Sultan Abdülhamid' (1995), Vahdettin Engin'in 'Pazarlık' (2010) ve Prof. Dr. Mim Kemal Öke'nin Herzl'den Yahudi Türkolog Arminius Vambery bağlamında bahsettiği 'Saraydaki Casus' (1991) isimli eserlerini okuyabilir.
Görsel ve yazılı medyamızda Herzl: Bir kronoloji
(.......)
28 Mart 1896 - Herzl, Viyana'da, Sultan Abdülhamit için çalışan ve onunla iyi ilişkileri olan Polonyalı asilzade Philip Michael Ritter von Newlinski ile tanıştı.
18 Haziran 1896 - Herzl, Kont Newlinski ile beraber ve onun aracılığıyla Sultan Abdülhamit'le görüşmek ümidiyle İstanbul'a geldi.
19 Haziran 1896 - Newlinski Herzl'e Sultan Abdülhamit'in kendisiyle görüşemeyeceğini ve Osmanlı'nın dış borçlarını üstlenmesi karşılığında Filistin'e Yahudi göçüyle toprak verilmesi konusundaki isteklerini kabul edemeyeceğini iletti.
Herzl, anılarında Abdülhamit'in Newlinski eliyle ilettiği mesajı paylaşıyor: "Eğer Sayın Herzl sizinle benimle olduğunuz kadar dostsa ona bu konuda başka girişimde bulunmamasını telkin ediniz. Bir adımlık toprak bile satamam, zira bu topraklar bana değil, milletime aittir. Milletim bu imparatorluğu savaşarak ve kanıyla sulayarak kazandı. Bizden ancak kanla koparılabilir... Yahudiler milyarlarını saklasınlar. İmparatorluk bölüşüldüğünde Filistin'i bedavaya alabilirler. Ancak cesedimiz paylaşılabilir canlıyken parça koparılmasını kabul etmeyeceğim."
Herzl, anılarında, bu söylem karşısındaki hissiyatını şöyle ifade ediyor: "Sultanın samimî ve yüce sözleri beni duygulandırdı ve sarstı. Bütün ümitlerimi söndürmesine rağmen ölümü ve parçalanmayı tahmin eden ama buna rağmen son nefesine kadar pasifçe de olsa mücadele etmeye kararlı kaderciliğinde trajik bir güzellik vardı..."
Pekiyi, sonrasında ne oldu?
23 Haziran 1896 - Herzl gazeteci kimliğiyle Sadrazam Halil Rifat Paşa ile yaptığı mülakatta Filistin'de Yahudiler için toprak konusunu açtı.
27 veya 28 Haziran 1896 (16 Muharrem 1314) - Saray Herzl'e Üçüncü DerecedenMecidiye Nişanı verilmesine karar verdi!
29 Haziran 1896 - Newlinski Mecidiye Nişanı'nı Herzl'e takdim etti.
Neticede, huzura kabul edilmeyen Herzl'in apar topar gittiği söylenemez.
Eylül 1898 - Herzl - Osmanlı lobicisi/İngiliz ajanı Macar asıllı Yahudi Türkolog Arminius Vambery mektuplaşması.
16 Ekim 1898 - Herzl, Almanya İmparatoru II. Kaiser Wilhelm karşılaşabilmek için İstanbul üzerinden Filistin'e doğru yola çıktı.
18 Ekim 1898 - Herzl, İstanbul'da Alman İmparatoruna Yıldız Sarayında tahsis edilen köşkte, kendisiyle yüz yüze görüştü ve Yahudilerin Filistin'e yerleştirilmesi gereğini anlattı. İmparator Herzl'e, "Bana tek kelimeyle Sultan'dan neyi istemem gerektiğini söyle" dedi. Herzl'in cevabı, "Bir arazi şirketi, Alman himayesi altında bir arazi şirketi" oldu.
29 Ekim 1898 - Herzl, Kudüs'e gitmekte olan Alman İmparatorunu yolu üzerindeki ziraat okulu Mikveh İsrael'de bando mızıkalı törenle karşılattı.
1 Nisan 1899 - Herzl ile Abdülhamit arasındaki teması sağlayan Newlinski İstanbul'da öldü.
16 Haziran 1900 - Herzl Newlinski'den boşalan yeri Abdülhamit'in Avrupa'daki lobicisi Vambery ile doldurmak için Vambery'yi Güney Tiroller'deki Mülbach kentinde ziyaret etti.
18 Eylül 1900 - Herzl Vambery'yi Macaristan'daki Peşte'de ziyaret etti. Vambery ona Abdülhamit'in kendisini 1901 Mayıs'ında huzura kabul edeceğinin sözünü verdi.
13 Mayıs 1901- Herzl İstanbul'a geldi.
17 Mayıs 1901- Herzl Abdülhamit'in huzuruna çıktı.
(....) Abdülhamit zulüm gören Yahudilerin iltica edebilmeleri için imparatorluğun bütün sınırlarını Yahudilere açık tuttuğunu söyledi. Bu da Sultan'ın 1896 yılındaki meşhur tutum beyanının aralarındaki dostluğu zedelemediğine işaret ediyor.
18 veya 19 Mayıs 1901 (29 Muharrem 1319) - Saray Herzl'e Birinci Dereceden Mecidiye Nişanı verilmesine karar verdi! (5 sene arayla verilen ikinci nişan)
21 Mayıs 1901 - Herzl İstanbul'dan ayrıldı ve günlüğüne Abdülhamit'e ilişkin şu notu düştü: "Sultan'ın benim üzerimde bıraktığı intiba onun zayıf, gevşek fakat tamamen iyi bir insan olduğudur. Onun korkunçluğuna da inanmıyorum, sinsiliğine de. Onu daha çok soyguncular ve reziller, dejenerelerden müteşekkil bir çemberin içinde derinden bedbaht bir mahpus gibi görmekteyim. Bu çevredir ki her türlü rezilliği yapmakta ve onun namına yapmış gözükmektedir. ...Yıldız Sarayı kliği tam bir mücrimler çetesidir. İcra ettikleri her cürümden sonra şuraya buraya dağılıyorlar ve sanki her şey hükümdar adına yapılmış gibi hiç kimse mesul olmuyor."
Kasım 1901 - Herzl Abdülhamit'e hediye edilmek üzere ilk Eski Türkçe harfli daktiloyu imal ettirdi.
26 Aralık 1901 - İsviçre'nin Basel kentinde 5. Siyonist Kongre başladı. Ergun Göze'nin kitabının 320. sayfasında 1902 yılının ocak ayındaki Kongre'den Sultan Abdülhamit'e bağlılık telgrafı gönderildiği, Herzl'in başkan sıfatıyla çektiği telgrafa Sultan'ın teşekkür ettiği ve bunun Herzl'in Kongre nezdindeki durumunu kuvvetlendirdiği kayıtlı.
5 Şubat 1902 - Herzl'e acilen İstanbul'a gelmesi için telgraf çekildi.
15 Şubat 1902 - Herzl dördüncü kez İstanbul'a geldi.
19 Şubat 1902 - Saray, Yahudilerin Anadolu, Suriye ve Mezopotamya dahil ancak Filistin hariç her yerde yerleşim faaliyetinde bulunabileceğini ifade etti.
Neticede Herzl, Yahudilerin Filistin'e yerleştirilmesini gözetecek ve Osmanlı adına madenleri işletip borçlarını üstlenecek bir Osmanlı-Yahudi şirketinin kurulması konusundaki teklifini kabul ettiremeden İstanbul'dan ayrıldı.
3 Mayıs 1902 - Herzl, Abdülhamit'e Kudüs'te bir İbrani Üniversitesinin kurulmasını önerdi. Böylece Osmanlı talebelerinin tahsilleri için yurt dışına gitmeleri gerekmeyecekti. (Bu üniversite 1918 yılında kurulacaktı. Hayfa kentindeki Teknik üniversitenin kuruluşu ise Osmanlı idaresinde 1912 yılında gerçekleşecekti)
5 Temmuz 1902 - Londra'daki Türk Büyükelçiliğinden Herzl'e derhal İstanbul'a gitmesi söylendi.
25 Temmuz 1902 - Herzl tekrar, beşinci ve son kez, İstanbul'a geldi.
28 Temmuz 1902 - Herzl Abdülhamit'e verdiği raporda Osmanlı borçlarının yapılandırılmasına yönelik 30 milyon Sterlinlik bir anlaşma karşılığında (Sultan'ın en başta önerdiği) Mezopotamya ve Filistin'in bir parçasında iskân (yerleşme) izni veya ayrıcalığı talep etti.
2 Ağustos 1902 - Tecrübeli siyasetçi Abdülhamit Herzl'i Fransızlarla yürüttüğü pazarlıklarda bir koz gibi kullandı.
Neticede, Fransa Maliye Bakanı Maurice Rouvier Abdülhamit'e uygun şartlarla anlaşmaya varınca Herzl'in girişimleri boşa çıkmış oldu.

Hakkında Bestelenen Eserler


Hamidiye Alayları ve Gayrinizami Harp

Aziz ÜSTEL
austel@stargazete.com
Gayrinizami savaş ve Abdülhamid Han
01 Ağustos 2018 Çarşamba
Ne kadar  alıştırılmışız  Abdülhamid Han'ı kanlı katil  olartak hatırlamaya ve anlatmaya ki, onun en büyük ve en önemli padişahlardan  biri olduğunu söyleyen herkese o saat  "yobaz" damgasını vuruyoruz. Abdülhamid II. Han 'ın Osmanlı Devletine katkıları saymakla bitmez. Bunların yobazlıkla değil devrimcilikle ilgisi vardır. Tıbbiyeyi kurmaktan tutun elektriği telefonu İstanbul'a getirmeye kadar bir çok yenilikte onun imzası vardır...
Kürt ayrılıkçı hareketinden önce , "Şark vilayetlerine sıçrayan  Ermeni bağımsızlık hareketi, özellikle Rusya ve Fransa'nın yardımlarıyla devlet için büyük bir tehlikeye dönüşmüştü.  Doğu Anadolu'daki Ermeni gençler "kafileler halinde, ellerini kollarını sallaya sallaya Iğdır üzerinden Erivan'a geçiyor gerilla eğitimi alıp geri dönüyorlardı. Bölgede terör ve tedhiş hareketleri tavan yapmıştı."
Derken 13 Haziran 1878'de Berlin Konferansında Ermeni bağımsızlığıyla ilgili bir tasarı sunuldu ve kabul gördü. Bunun üzerinde Osmanlı topraklarında Ermeni katliamı ve terör eylemleri  hızlandı.  Hıncak ve Taşnak örgütleri düzenli orduya dönüşmüş, Rusların doğu illerini işgal hazırlıkları tamamlanmak üzereydi.  Bunun üzerine Abdülhamid Han "Hamidiye Alaylarınıkurdu!  Alaylar aşiret yapıları esas alınarak oluşturuldu; her alayın başına aşiret reisleri belli bir maaş, rütbe ve nişanlarla getiriliyordu. Alaya dönüştürülen aşiretler vergiden muaf tutuluyor işledikleri suçlarla ilgili kovuşturma ve soruşturma yetkisi yerel mahkemelerden alınıp orduya veriliyordu. 
Daha sonraları rahmetli Turgut Özal zamanında oluşturulan köy korucuları, Hamidiye alaylarını örnek almıştı. Abdülhamid tahttan indirildikten sonra 1910 yılında bu alayların adı değiştirildi , İttihadcılar bunlara "Aşiret Suvari Alayları"  adını verdi.
Alaylar padişahın istekleri doğrultusunda İngilizlerin bulduğu ama o güne kadar doğru dürüst uygulamadığı "unconvential warfare yani gayrinizami savaş ilkelerine göre kurulmuştu.  Padişahın emriyle Şakir ve Zeki Paşalar, Şakir Paşa'nın Anadolu Genel Müfettişi olarak Doğu Anadolu'yu karış karış  gezerek düzenlediği raporlar doğrultusunda, Hamidiye Alaylarını 7 ayrı tümene ayırdı. Abdülhamid Han alayların İran ve özelikle Rusya'dan gelecek tehlikeleri tez elden yok etmesi için de örgütlenmelerini hedeflemişti. A.S.Alayları Rusların işgal girişimlerini geciktirmelerinme neden oldu.

Eğitim hamlesi

Bilinenin aksine, Osmanlı tarihinin en canlı eğitim hamlesi, #abdulhamid dönemine rastlar. Sevan Nişanyan’ın hesaplamalarına göre Türkiye, Abdülhamid dönemiyle kıyaslanabilecek bir okullaşma düzeyine yeniden ancak 1950’li yıllarda ulaşabilmiştir. Mesela 1895’te TC sınırlarına tekabül eden bölgede bine yakın (835) ortaokul ve lise bulunuyorken 1923’te bu sayı 95’e düşmüştür. 1895’teki yüz bine yakın öğrenci sayısı (97.837), 1950-51 sezonunda aşağı yukarı aynı seviyede seyretmektedir (90.356). Öncesiyle kıyasladığımızda Abdülhamid dönemindeki eğitim patlaması daha görünür hale gelir. Tahta geçtiği yıl 250 olan rüşdiye sayısı 1909’da 900’e, 6 olan idadi sayısı 109’a çıkmıştır. 1877’de İstanbul’da sadece 200 tane modern ilkokul varken 1905’te 9 bine çıkmıştı. Her yıl ortalama 400 ilkokul açılmıştır ki, bu, Cumhuriyet döneminde bile kırılamamış bir rekordur.

Hazırlattığı Petrol Haritaları



Nakleden Kaynak: Orhan Osmanoğlu

Siyaset Çeşmesi'ni Kaldırtıp Hamidiye Çesmesi'ni Yaptırtması




Osmanlı'da  idam cezalarını sarayda  infaz etme geleneği ,XV. yüzyıldan 1826 tarihine kadar devam etmiştir. Siyaseten öldürülmeleri gereken kişiler veya Dîvân-ı Hümâyun'da yargılanıp da, idama mahkûm olanların infazı, Topkapı Sarayı'nın birinci kapısı Bâb-ı Hümâyunla ikinci kapısı Bâbusselâm arasında bulunan "Cellât Çeşmesi/Siyaset Çeşmesi" önünde yapılırdı. Mahkûm Cellât Çeşmesi'nin önüne getirilir ve çeşmenin önündeki taşın üzerine başı konularak bostancıbaşının nezaretinde, cellâtbaşının kılıç darbesiyle idam edilirdi. İnfaz gerçekleştikten sonra cellâtlar, kanlı palalarını veya satırlarını bu çeşmede yıkadıkları için çeşmeye Cellât Çeşmesi denmişti. Bir rivayete göre siyâsî mahkûmların infazının burada olması, bir başka rivayete göre de, siyaset ve idam yetkisinin tek bir kişinin yani padişahın elinde toplanması sebebiyle bu çeşmeye
Siyâset Çeşmesi de denilmektedir. Bir dönem cellâtlara da "meydân-ı siyâset ustası" denilmiştir. Cellât Çeşmesi,
Alman İmparatoru II. Wilhelm'in
İstanbul'u 1892 yılında ziyareti esnasında saray ve avlu düzenlemesi sebebiyle Sultan II. Abdülhamid'in emriyle sökülerek Bâb-ı Hümâyun'un içine taşınmış; yerine başka bir yerden getirilen Hamidiye Çeşmesi monte edilmiştir.
Kaynak:Dr.Küçük,Mustafa.DİVÂN-I HÜMÂYÛN ŞİKÂYET DEFTERLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ,BOA
 DİVÂN-I HÜMÂYÛN ŞİKÂYET DEFTERLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ,BOA

Eserleri Yafa Saat Kulesi

Sultan Abdülhamid Han tarafından yaptırılmış ... Yafa saat kulesi
Fotoğraftaki Şehzade Orhan Osmanoğlu .

 Foto: Orhan Osmanoğlu

İkinci Abdülhamit Döneminde Paşalığa Kadar Yükselen Kabadayı: Arap Abdullah

ikinci abdülhamit devrinin namlı aksaray kabadayılarından olup, sonradan paşalığa dek yükselmiş, hayatı filmlere ve romanlara konu olmuş ol...